21 Aralık 1898

1800’lerin sonlarında Alman fizikçi Wilhelm Röntgen bilinmeyen yapıda ışınlar keşfedip bunları X ışınları olarak adlandırdı. Ardından Fransız fizikçi Henri Becqerel elementlerin ışınlar yaydığını keşfetti. Elementlerin kararsızlığının bir sonucu olarak yayılan ışınlar doğal radyoaktiviteyi ortaya çıkardı. Çeşitli radyoaktif maddeler üzerinde çalışan Marie ve Pierre Curie, bir uranyum tuzu olan uranit örneği üzerinde çalışırken tuzdan uranyumu izole etmelerine rağmen kalan maddenin hala radyoaktif özellikler gösterdiğini fark ettiler. Sonrasında bunun
yeni bir radyoaktif element olduğunu keşfettiler. 26 Aralık 1898’da Fransa Bilim Akademisi’ne bu yeni elementi sundular. Elementin ismi, Latincede ışın anlamına gelen “radius” kelimesinden ilham alarak radyum olarak belirlendi. Radyoaktif elementlerin en belirgin özelliği yüksek enerjili parçacıklar salarak, yani ışınım yaparak başka
elementlere dönüşmeleridir. Radyoaktif maddeler üç çeşit ışınım yaparlar: alfa parçacıkları, beta parçacıkları ve gama ışınları. Bunlardan gama ışınları en yüksek enerjili ışınımlar olup kumaş, cilt ve hatta yumuşak dokuların içinden geçebilirler ve ancak kurşun tabaka ile durdurulabilirler. Beta parçacıkları daha düşük enerjiye sahiptir,
kağıt gibi ince tabakalardan geçebildikleri halde alüminyum folyo gibi ince materyallerle durdurulabilirler. Alfa parçacıkları ise en düşük enerjili parçacıklardır, ince bir kağıt katman, elbise ve hatta cilt yüzeyi bile onları durdurabilir.

Belirli maddelerden kendiliğinden enerji salınımı olarak radyoaktivite, doğanın yeni tanımlanmış bir gücü olarak görülüyordu, bu kesinlikle maddenin yapısına, tıp ve bilimdeki pratik uygulamalara yol açacak bir şeydi. Çoğu kişi, bu denli yüksek enerji içeren bir maddenin mutlaka müthiş güçleri olacağında hemfikirdi. Hatta Pierre
Curie, koluna 10 saat boyunca bir parça radyum bağladıktan sonra kolunda yanık olduğunu fark edince bu maddenin mutlaka kansere iyi geleceğine kanaat getirmişti. Tüm Avrupa ve ardından Amerika’yı bir radyum çılgınlığı sardı. Bu radyum çılgınlığı sürerken, bir Alman bilim insanı radyum içeren ve geceleri parlayan bir
boya imal etmeyi başardı. Saat kadranlarında da kullanılan boyanın etkileri şaşırtıcıydı. Saat fabrikasında çalışan kızlar belirsiz hastalıklara yakalanmaya başladılar. Genelde ağız yaraları, diş ve çene sorunları vardı. Harvard Üniversitesi’ndeki bir grup bilim insanına bu esrarengiz hastalığın nedenini araştırma görevi verildi. Yapılan analizlerde fabrikada çalışan kızların ciltlerinde, saçlarında çok yüksek oranda radyum saptandı. Hatta soluk verdiklerinde akciğerlerinden yine radyoaktif bir madde olan radon gazı çıktığı bulundu. Radyumu bu kadar tehlikeli kılan şey, kalsiyumla aynı şekilde kimyasal bağlar oluşturması ve vücudun onu kalsiyum zannedip kemiklere emebilmesidir. Daha sonra, hücreleri yakın mesafeden radyasyonla bombardıman edebilir, bu da kemik tümörlerine veya kemik iliği hasarına neden olarak anemi veya lösemiye neden olabilir. Yine bu fabrikalardan birinde saat boyamaya başlayan Mae, birkaç hafta sonra işten ayrılmış olmasına rağmen 30’lu yaşlara geldiğinde tüm dişlerini kaybetmiş. İlerleyen yaşlarda meme ve kalın bağırsak kanserine yakalanmasına rağmen 107 yaşına dek yaşamış ve 1 Mayıs 2014 tarihinde hayata gözlerini yummuştur. Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki farklı alanda Nobel Ödülü kazanan Marie Curie, 1903 Nobel Fizik ödülü, 1911 Nobel Kimya ödülü sahibi ve radyoloji biliminin kurucusudur. Nobel Ödülü’nü alan ilk kadın olan Marie Curie’nin bilime katkıları çok önemlidir. Kendisinin yoğun radyasyona maruz kaldığı gerçeği ölümüne neden gösterilmiştir. 1934’te ölen Curie’nin anısına radyoaktivite birimi olarak Curie birimi de kullanılır.

https://www.nytimes.com/1998/10/06/science/a-glow-in-the-dark-and-a-lesson-in-scientific[1]peril.html?pagewanted=all
http://www.dissident-media.org/infonucleaire/radieux.html
https://www.petrol-is.org.tr/kadindergisi/sayi55/radyumkizlari.htm